21 Aralık 2010 Salı

Kalemine sağlık Yavuz Selim

Yeniçağ gazetesinden alıntı

21 Aralık 2010
Yavuz Selim DEMİRAĞ ysd592@gmail.com

"Fasılda Kürtçe olmaz ki"
Mersin’de Kürtçe şarkı bilmediği için alçakça katledilen Sarp Öztürk olayını okuyunca, birkaç hafta önceki Diyarbakır seyahatimde yaşadıklarımızı hatırladım. Yaklaşık iki yıldır devam eden Cemal Temizöz duruşmalarının gerginliğini atabilmek, kentin sosyal dokusunu öğrenmek ve lezzetli mutfağından tatmak için her defasında değişik mekanda yemek alışkanlığımız oldu. Dünyanın büyük bir bölümünü gezmiş, ağız tadı ve kültür konusunda derya olan değerli dostum avukat Ünsal Aktaş’ın rehberliğinde Jasmin adlı restorana gittik. Diyarbakır’ın en nezih yerlerinden birisi. Aktaş, benim gibi musiki hayranı. Maksat yemekten ziyade haftanın üç günü gerçekleşen fasılı dinlemek. Jasmin’in ne anlama geldiğini sorduk önce. Zaza dilinde gökyüzü demekmiş. Tıpkı Mersin’deki Türkü Bar’ın adı gibi. Türk sanat müziği icra eden grup üç saatten fazla kaldı sahnede. Benzemez Kimse Sana’dan Makber’e kadar sevilen klasiklerin hemen hepsini icra ettiler. Boş masa bulmanın mümkün olmadığı mekânda Diyarbakır’ın elitleriyle beraber sadece Türkçe dinledik. Ankara, İstanbul gibi büyükşehirlerdeki ’Türkü evleri’nde Kürtçe dinlemeye alışık olduğum için şef garsona burada Kürtçe söylenmez mi diye takıldım. “Haftanın üç günü fasıl. Adı üzerinde Türk Sanat müziği okunur. Müşterilerimiz de keyiflice dinler, birlikte söyler. Ben de bir Kürdüm ama fasılda Kürtçe olmaz ki” dedi. Ertesi gün kentin en eski oteli Turistik Otel’de önce fasıl, sonra da türkü dinledik. Muzaffer Sarısözen’den, Neşet Ertaş’a, Ege’den, Karadeniz’e, Kafkaslardan Kerkük’e kadar bütün yörelerimizin türkülerine salonun hepsi katıldı. Son bölümde Kürtçe türküler dinleyip, halay seyrettik. Anlamını bilemesek de bağlamanın tınısı, solistin başarılı yorumundan doyumsuz lezzet aldık. Kimse kimseye “Neden bu türküyü istiyorsun?” diye yan gözle bakmadı. Kırım Türkü olan Ünsal Bey her fırsatta tekrarladığı, “Aynı müzik kültürüne sahip insanların ayrılması mümkün değildir. Kürtçe bilmesek de türküdeki hüzün içimize vuruyor” sözleri Türk ile Kürdün bir arada yaşama zorunluluğunu yeniden hatırlattı.
Efsane ses Celal Güzelses’in memleketi Diyarbakır’da tablo böyleyken, Mersin’de oto galerisi sahibi, yani paralı biri olduğu halde Kürtçe söylemedi diye bir sanatçıyı öldüren kişi için aslında yazılacak çok şey var. Moda deyimle empati yapalım. Böylesi bir olayın tam tersi yaşansa, yani, “Neden Kürtçe söylüyorsun” diye bir Kürt sanatçı öldürülse Türkiye’de neler olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Kamuoyunda Münevver Karabulut cinayeti kadar ilgi görmedi bu sosyal yara. Ağzı olanın konuştuğu televizyon ekranlarında gece yarılarına kadar hükümet yalakalığı yapan İkinci Cumhuriyetçi, sözde demokratlardan çıt çıkmadı. Gazete köşelerinde lanet olsun diye yazan adama rastlamadık. Recep Bey’den bir kınama mesajı duymadık. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hakkında şaibelerin arşa yükseldiği hemşerisi Mehmet Özhaseki’ye kefil olduğunu beyan ederken, Kayserili hemşehrisi Sarp Öztürk’ün ardından “Kurşun barışa ve kardeşliğe sıkılmıştır” gibi beylik bir söz etmediği gibi başsağlığında bile bulunmadı. Hrant Dink öldürüldüğünde ‘Hepimiz Ermeni’ yiz diye slogan atanlar da ortada yok. Adı sivil toplum olan güdümlü kuruluşlardan da çıt çıkmıyor. Bu konuda en güzel yorumu Bekir Öztürk adlı okurumuz, “Öldürülen Sarp Öztürk değil de Garp Özkürt olsaydı” başlıklı yazıyla yapmış.

Hiç yorum yok: